Atilla Olçum'dan MEB'e Eleştiri: Eğitim’i yazboz tahtasına...

Nasreddin Hoca’nın meşhur yüzük fıkrasını bilirsiniz. Hoca’yı dışarıda bir şey ararken görenler ne aradığını sorarlar. Hoca, kaybettiği yüzüğünü aradığını söyler. Yüzüğü nerede kaybettiği sorulunca, Hoca’nın verdiği cevap tuhaftır:

Nasreddin Hoca’nın meşhur yüzük fıkrasını bilirsiniz. Hoca’yı dışarıda bir şey ararken görenler ne aradığını sorarlar. Hoca, kaybettiği yüzüğünü aradığını söyler. Yüzüğü nerede kaybettiği sorulunca, Hoca’nın verdiği cevap tuhaftır:

“Samanlıkta kaybettim.”

“Samanlıkta kaybettiğin yüzüğü burada niye arıyorsun” diye sorulunca, Hoca’nın verdiği cevap en saf akılları bile hayrete düşürecek gülünçlüktedir:

“Burası aydınlık da, onun için.”

Her fıkrası gibi, Hoca’nın bu fıkrası da çarpık düşünce, metotsuzluk, analitik zekâ yoksunluğu, samimiyetsizlik, isteksizlik gibi, şimdilik bir çırpıda aklımıza gelen çok esaslı sorunlarımıza ince göndermeler yapmaktadır.

Bir kaybı bulma isteği insanın değer bilincine sahip olması adına önemlidir. Ancak sorunun tespiti ve çözme isteği tek başına yeterli olmaz. Netice elde etmek için doğru yerde, doğru zamanda, doğru bir usul takip etmek gerekir. Yani bir değer olarak doğruluk, özü, biçimi, içeriği, yöntemi bakımından da doğru olmalıdır. Bütün bu unsurlardan biri eksik kaldığı zaman niyetiniz halis de olsa maksada ulaşamazsınız. Samanlıkta iğne veya yüzük aramanın zorluğu bir yana, burada kaybettiğiniz şeyi başka bir yerde bulma ihtimaliniz yoktur. Hoca ters bir diyalektikle esasen bize bu usulü öğretiyor olmalıdır. Yani yanlış bir yöntemle doğruyu bulamayız demek istiyor. Bu ironik latifeyle kendine gelen zihin, nerede kaybedildiyse orada arama gereğini kendiliğinden anlar. Bu basit, yalın gözüken usulü maalesef gündelik ve genel hayatımızda yeteri kadar uygulayamadığımızdan, kaybettiğimizi bulmak şöyle dursun, kayıp ve zararlarımız arttıkça artmaktadır. Evvela zamanımızı, enerjimizi boşa tüketmiş oluyoruz.

Bütün mesele, gerçekten neyi nerede kaybettiğini bilip bilmemekte ve yitiğini bulmak isteyip istememekteki samimiyette düğümleniyor. Öyle olmasaydı, Hoca’nın saf bir masumiyetle yitiğini yanlış yerde aramasındaki samimiyete bile hasret kalacak bir gösteriş içine girilmezdi. Niçin gösteriş diyorum? İçselleştirilmemiş ve samimi olmayan her çaba içinde gösteriş barındırır. Bir şeyler yapıyor görünmek, arar görünmek sorunu çözmüyor. Hoca’nın saf tutumunu aratan şey, bizim çabalarımızda samimi ve bilinçli gözükmektir. Aslında daha çok siyasi rüzgâr veya konjonktür icabı bulmak gibi bir dert edinilmedi. Belki aynı veya benzer sebeplerle bulmaya razı da olunmadı. Değerin ağırlığını, sorumluluğunu taşımak istemeyenler yitiklerini bulamayacakları yerde aradılar; daha doğrusu, arıyormuş gibi göründüler. Dert edinmiş, derdi olmuş hissi vererek bir kendini aldatıştır bu.

Gariptir ama neyi, niye yitirdiklerini bilmeyenler aynı zamanda bulmak istemeyişlerinin nedenini de biliyorlar. Biliyorlar ama kimileyin sorunu çözmede bilgi yeterli olmuyor. Bilgi, inanç ve cesaretle köklü bir hamle ve atılım gerekiyor. Daha da beterini söyleyeyim mi? Hoca karanlıkta kaybettiğini aydınlıkta ararken, birileri aydınlıkta kaybettiklerini karanlıkta aradılar. O nedenle hep sorunlar ağı içinde çırpınıp durdular. Hiçbir zaman sorunlara köklü çözümler, çareler üretemediler; geçici, anlık, palyatif önermelerle günü kurtarmaya çalıştılar. Görüntüyü kurtarma çabaları sorunları daha da ağırlaştırdı. Bu yanlış usulle çözüm diye denenen her model veya sistem, çok kısa zamanda daha ağır sorunlara yol açtı.

Kültürel alanın düzenlenmesinden eğitim hayatına kadar yaşadığımız sıkıntıların kaynağında neyi nerede arayıp bulacağımızı bilememek veya bu çabalarda samimi olmamak vardır. İşte bugün özellikle ortaöğretime ve yükseköğrenime geçiş sistemleri ile bu sistemlerin bir parçası olan merkezi sınavların değiştirilmesi sürecinde yaşanan gündem, köklü çözümlere yönelmeyen yanlış usulün son örneği olmaktadır. Sorunu, sorunun mahiyetini ve kökenini doğru tespit edemediğimiz için sürdürülebilir ve yönetilebilir bir sistem inşa edemiyoruz. Bir üst öğrenime geçiş süreçlerinde son gelişmeler göstermektedir ki, artık sorun/sebep-sonuç analizi dahi yapmadan yeni bir sistem kurgulanmaya çalışılmaktadır.

Daha anlaşılır olması için konuyu biraz açalım: Diğerinden bağımsız tek başına bir sorunumuz yoktur. Eğitimin belli bir yaş aralığına münhasır bir olgu olmaktan çıkarak hayat boyu devam eden/etmesi gereken bir süreç olduğu günümüz dünyasında, okul öncesi eğitimden yükseköğrenim ve sonrasına kadar tüm eğitim süreçleri birbiriyle bağlantılıdır ve her bir aşamayı dikkate alacak bir eğitim sisteminin inşası bir zorunluluktur. Bu nedenle, her bir eğitim kademesini birbirinden bağımsız süreçlermiş gibi ele almak yapılan yanlışlardan ilkidir. Örneğin, ortaöğretime geçiş sistemini, TEOG’u, sınav kaygısını belli bir zaman dilimine yayarak minimize etmesi nedeniyle olumlu bulduğumuzu, ancak asıl sorunun bütün ortaöğretim kurumlarına TEOG sınav puanıyla merkezi yerleştirmede olduğunu ifade etmiştik. Geç de olsa bu yanlıştan dönüldü (ya da dönüleceğini umuyoruz). Ama yanlıştan dönmek doğruyu bulmak anlamına gelmiyor her zaman. Aynı sorunları üniversite eğitimine giriş sisteminde, beşinci sınıfların dil eğitimine ayrılmasında ve ilkokulda el yazısı uygulamasında yaşamadık mı? Sadece doğruyu arıyormuş gibi yapıyor olduğumuzu düşünmek bile istemeyiz. Niçin mi böyle söylüyoruz? Çünkü keyfi sayılacak ölçüde anlık sistemler, modeller değiştiriyoruz. TEOG ve benzeri uygulamaların olumlu ve olumsuz yönlerine ilişkin tespitleri yapmadan, olumlu yönlerini geliştirmek, olumsuz yönlerini ise düzeltmek için çaba harcamadan politika üretmek, aydınlıkta kaybedileni karanlıkta aramak olacaktır.

Yanlıştan elbette dönülmelidir. Yitiğimiz elbette bulunmalı, en doğru sistem aranmalı ve bulunmalıdır. Ancak bunun yolu öncelikle samimi olarak neyi yitirdiğimizi, ne bulmak istediğimizi, nerede aramamız ve bulmamız gerektiğini bilmekten geçer. Bütün bunları bilmiyorsak, doğrudan insanla ilgili olduğu için son derece hassas olmamız gereken Millî Eğitim’i yazboz tahtasına, deneme yanılma alanına çeviririz. Öyle de olmuştur. Buna kimsenin hakkı olmamalıdır.

Eğitim, doğası gereği dinamik bir alandır. Bugün okullarda öğrettiklerimiz 15-20 yıl sonra işlevsiz ve yetersiz hale gelecektir. Bu nedenle, eğitimin felsefesinin, içeriğinin, metodolojisinin, bileşenlerinin zaman içinde değişmesi gayet doğaldır. Ancak bu değişim alelacele günübirlik kararlarla olmamalı, eğitimciler arasında ve kamuoyunda tartışılmalı, eğitimin paydaşlarıyla istişare edilerek olgunlaştırılmalıdır. Yıllardır hep yanlışları deneye deneye yanlış işler ustası olup çıktık. Yanlış yerden, yanlış yoldan doğruya gidilmez. Yanlış yerde, yanlış yöntemle, yanlış yönelişle doğru görülmez, bulunmaz.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

MEB PERSONEL Haberleri