Balkanlarda Osmanlı İzleri

Mesut Kaymakçı

 

         İGEDER’in düzenlediği “Balkanlarda Kurban Kardeşliği” gezisi için 60 civarı eğitim gönüllüsü ile Derneğimizde düzenlenen, tanışma amaçlı yemekli toplantıdan sonra yola çıkıyoruz. Gezi grubumuzda, öğrenci ve öğretmenlerden oluşan farklı yaş gruplarından eğitim gönüllüsü arkadaşlarımız var. Aşina olduğum yüzleri görüyorum. Mesela, İGEDER Başkanı Cüneyt Ancın Bey, İGEDER gezi sorumlusu Enver Günaydın Hocamız. Ayrıca, Güneydoğu gezisinden tanıdığım 3-4 arkadaşımız daha var, ortamda hiç yabancılık çekmiyorum. Gezinin, aile ortamı sıcaklığında olacağını hissediyorum ki derneğin ikramlarına ek olarak dostlarımızın ikram ettiği kekler, börekler ve kuru yemişler şimdiden samimi ortamın ilk işaretlerini verir nitelikte. Otobüste adeta bir ikram yarışı var. Eğitimci biri olarak eğitime gönül vermiş insanlarla yolculuk yapmak bana ayrı bir keyif veriyor, ruh birlikteliği ise işin kaymağı. Bazen gözden kaçırdığım herhangi bir detayı diğer eğitimci arkadaşımın hatırlatmasından, yolculuk esnasında yaşadığımız olayları farklı bir şekilde yorumluyor olmasından mutlu oluyorum. Katılımcıların tamamı eğitim gönüllüsü olunca doğal olarak gezi de turistik gezi olmaktan çok “kültürel bir gezi” niteliği kazanıyor, görsellikten çok derinlik ön plana çıkıyor.           

         İpsala sınır kapısındayız. Heyecanlıyım, ilk kez Balkanlara gidiyorum, arkadaşlardan bazıları daha önce Balkanlara gitmiş oldukları için benim kadar heyecanlı görünmüyorlar. Ne zaman bir sınır kapısına gelsem içime o aynı sıkıntı dolar, pasaport- kimlik kontrol işlemleri! Bu işlemler için kullanabileceğim en kibar ifade “ tam bir işkence’’… Bir de işlemlerin yapıldığı sınır kapısından, çok değil bir asır önce dedelerimizin elini kolunu sallayarak geçtiğini düşününce, bizim pasaport ve vize ile geçmemiz de zorumuza gitmiyor değil. “Dedesinden miras kalan hazinenin izini arayan vefalı torun” olma duygusu ruhumda eski bir şarkının nağmeleri gibi geçiyor. Bu hazine kesinlikle sadece tarihi bir cami, eski bir hamam ya da bir tarafı yıkık köprüden ibaret değildi. Bunlar ancak bir medeniyetin bir izi ya da bir parçası olabilirdi. Bu hazine daha çok 5-6 asır hükmetmiş bir medeniyetin semada yankılanan sesiydi, bu hazine, bir medeniyete gönül vermiş kişilerin ruhunda sakladığı umutlardı.. Öyle ki;  bu umutlar, sadece bir medeniyete gönül vermiş kişilerce bilinen bir şifreydi. Pasaport işlemleri sürerken, zihnimde yaptığım zaman yolculuğum otobüsün hareket etmesiyle son buldu.

       Selanik’te gezimizi bitiriyor ve Büyük İskender’in memleketi Makedonya’ya doğru hareket ediyoruz. Makedonya nüfusunun büyük bir kısmı Makedonlar, ardından sırayla Arnavutlar, Türkler ve farklı etnik gruplardan oluşuyor. Bu arada Makedonya ismi Yunanlılar tarafından kabul edilmiyor, çünkü Makedonya’nın bir bölümü Yunanistan içerisinde kaldığından bölünme psikolojisi yaşıyorlar. Bu yüzden Makedonya’yı resmen tanımış değiller. Makedonya’da Manastır ve Ohrid’i panaromik olarak geziyoruz. İkisi de gezilmeye görülmeye değer şehirler. Osmanlı izlerini özellikle şehir merkezlerinde görebiliyoruz. Ohrid tarihi motiflerin ağır bastığı bir şehir, ancak; biz hava karardıktan sonra gelebildiğimizden görme şansımız pek olamadı –maalesef-.  Ohrid’de gezerken yabancılık çekmek gibi bir sıkıntı yaşamıyorsunuz. Öyle ki,  yoldan geçenler sizinle Türk olduğunuz için sohbet etmek istiyorlar ve diyalog kurmakta zorluk çekmiyorsunuz. Çünkü sokaklarda Türkçe bilen çok kişiye rastlıyorsunuz.

         Makedonya’da gezimizi tamamladıktan sonra Arnavutluk’a yol alıyoruz, sınır kapılarındaki aksamalara ve yavaşlamalara rağmen gece yarısı Arnavutluk’tayız.  Arnavutluk‘un en güzel kentlerinden İşkodra’da bir öğrenci yurdunda uyanıyor,  sabaha merhaba diyoruz. Gecenin yorgunluğunu bayram sabahının mutluluğu ile çoktan unutmuşuz. İlk kez yurtdışında bir bayram namazı kılacak olmanın heyecanı,  çocuksu bir sevinçle ruhumuzu sarıyor. Bu arada namazın bütün dinlerce ortak kullanılan İşkodra Meydanı’nda kılınacağını öğreniyoruz. Yani, bayram namazları burada camide değil meydanda kılınıyormuş. Bu meydan dostluk, barış ve kardeşliğin sembolü bir yermiş. Namaza gitmek için İşkodra sokaklarını arşınlarken tipik bir Osmanlı şehrinde yürüdüğümüzü hissediyoruz.  İşkodra Arnavutluk’un en eski şehirlerinden biri. Kalesinden görünen çok güzel bir manzarası var ve ülkenin en büyük gölüne sahip.  Namazdan sonra güzel bir kahvaltı ile güne başlıyoruz. Yurdun önünde kısa bir bayramlaşmadan sonra büyük bir camiye şehrin müftüsü ile bayramlaşmaya gidiyoruz. Orada öğreniyoruz ki bütün şehrin ileri gelenleri şehrin müftüsünün bayramını tebrik etme geleneği varmış. Validen tutun da diğer dinlere mensup din adamları da müftüyü ziyarete gelmişler. Müftüyü ziyarete gelenlerden, camiye girmekte zorlanıyoruz. Açıkçası, barış, kardeşlik ve karşılıklı iyi niyet adına bu gelenek çok hoşuma gitti. Birkaç medya mensubu canlı yayın için gelmişler, bayramlaşmayı haber olarak geçiyorlar. İşkodra Valisi Voltana Ademi Hanım hepimizle tek tek tokalaşıyor ve sohbet ediyor. Müslüman bir kadın. Burada Valilik ile Belediye başkanlığını dinler arasında dengeliyorlarmış. Eğer vali Müslüman olursa belediye başkanı Hristiyan oluyormuş ya da vali Hristiyan olursa belediye başkanı Müslümanlardan oluyormuş.. İGEDER Başkanımız Cüneyt Ancın beyin İşkodra televizyonlarına –tercüman aracılığı ile- kısa bir demeç vermesi hepimizi onore etti. Bu resmi bayramlaşmadan sonra yurdun müdürü Evans  Bey bizi kurban kesim yerlerine götürdü. Burada dikkatimi çeken bir nokta kesilen hayvanların genelde dişi (inek) oluşu. Kurban kesiminden sonra, hazırlanan etler ekibimizin erkek üyeleri tarafından yurt müdürümüz Evans Bey eşliğinde dağıtıldı. Et dağıtımında aşırı izdiham et miktarının ihtiyaçlı insan sayısından az olduğunu ve bu geleneğin Arnavutluk’ta tam oturmadığını gösteriyor. Belki de bizler Arnavutluktaki kardeşlerimize daha çok yönelmeliyiz. Arnavutluk’ta ikinci günümüzü Berat, Dures ve Tiran’ı gezerek geçiriyoruz.  Berat çok güzel tarihi bir şehir. Geleneksel ev tarzı olarak Safranbolu evlerini hatırlatıyor. Şehrin ortasından geçen Osumi Nehri’nin üzerindeki Osmanlı’dan kalma köprü bizi mest ediyor.  Bir liman kenti Dures güzel bir şehir olmasına rağmen çok kısa bir sürede gezilebilecek bir yer değil. Eğlence yerlerine ve otellere bakıldığında daha çok hava karardıktan sonra hareketlenen bir şehir görüntüsü veriyor.  

         Daha sonra başkent Tiran’a geçiyoruz. İskender Meydanı şehrin en merkezi yeri olarak göze çarpıyor. Osmanlı ve Batı medeniyetlerinin iç içe geçtiği İskender Meydanı’nda tarihi binaları görebiliyoruz. Bu meydanın en göze çarpan yapısı Ethem Bey Camii. Camide yer yer çiçek ve meyve desenleri dikkatimizi çekiyor. Ethem Bey Camisi’nin yanında bir de saat kulesi bulunuyor. Ayrıca, meydanda sosyalist dönemden kalma Opera Binası ve Ulusal Tarih Müzesi olduğunu görüyoruz.

       Sabah erkenden Kosova’ya doğru yol alıyoruz. Çok güzel huzurun ve yeşilliğin kucaklaştığı dağ manzaralarının arasından geçerken çok değil 20 sene önce acımasız katliamın seslerini sanki ruhumuzda duyar gibiyiz. Binalar hep yeni, sürekli bir çalışma var. Şehirde sürekli bir yenilenme havası var. Sonradan öğreniyoruz ki savaştan yeni çıktıktan sonra 2008 yılının Şubat Ayında bağımsızlığını kazanan Kosova yaralarını daha yeni yeni sarmaya başlamış. Çünkü, Sırplar yakmadık yıkmadık bina bırakmamışlar. Şu anda en yeni binanın 10 senelik olduğu söyleniyor. Otobüsümüz I. Murat Türbesine doğru ilerlerken TİKA’da çalışan Blerim Karabacak adlı dostumuz eşiyle birlikte gönüllü olarak rehberlik hizmeti vermek için bize katılıyor. Blerim bey ve eşi bize Kosova ile ilgili çok ilginç bilgiler veriyor.  İkisi de gayet kibar ve hoşsohbet insanlar. I. Murat Türbesinin Kosova Kültür, Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) tarafından iç ve dış mimarisinin restorasyonunun yaptırıldığını söylüyor. Bu arada TİKA’nın Kosova’da yaptığı çalışmaları Blerim bey’den dinlerken “babasının yadigarına sahip çıkan, koruyan  bir evlat edasıyla “Türkiye adına gurur duyuyoruz.  I. Murat Türbesinin yanında küçük bir müze var. Yugoslav Diktatör Tito, 1953 yılında Kosova Savaşı anıtı olarak I. Murat Türbesinin karşısına Sultan Murad’ı savaş meydanında şehid eden Sırp Miloş Obiliç anısına bir taş kule yaptırmış. Sırp lider Slobadan Miloseviç, 1989 yılında bu anıtın önünde 1 milyon Sırp’ı toplayarak yapacakları savaşın 600 sene önce kaybettikleri I. Kosova Savaşı’nın intikamı olduğunu belirterek Balkan Savaşı’nın fitilini ateşlemiş. Buradaki anıtın çok ilginç bir özelliği var. Anıtın bütün merdivenlerine tek tek iki grup için beddua yazılmış. Bu beddualardan birisi Müslümanları diğeri Müslümanlara yardım eden Sırpları hedef almış. Burada Amerikan hayranlığı göze çarpıyor. Birçok yerde Amerikan ve Arnavut Bayrakları var. Kosova Parlamentosu ile ABD elçiliği yan yana. Belki de bu yakınlık hükümetler arasındaki samimiyeti temsil ediyor. Priştina’nın en işlek caddelerinden birine Bill Clinton’un adı verilmiş. Kosova’nın  yüzde 90’ı Arnavutlardan oluşuyor. Kosova’da 40.000 e yakın Türk nüfusu olduğu söyleniyor.  Ayrıca, çok az sayıda Sırp nüfusu olduğu söyleniyor.  Kosova’nın yeni gelişmekte olan başkenti Priştina’da meşhur köftesinden yedikten sonra “Küçük Kosova” olarak adlandırılan Prizren’e ilerliyoruz. Küçük Kosova denmesinin sebebi Kosova’da bulunan özellikler Prizren’de mini ölçekte temsil ediliyormuş. Şehre girdiğinizde merkezdeki cami, han, hamam, tekke, şadırvan ve köprülerden tipik bir Osmanlı şehrine geldiğinizi anlıyorsunuz.  Otobüsün Türk plakasını görenler bizimle sohbet etmeye çalışıyor. Burada insanların çok düzgün Türkçesi olduğunu görüyoruz. Zaten Prizren en çok Türk nüfusun yaşadığı şehirmiş. Şehrin belli bölgelerinde Türk mahalleleri varmış. Dükkân, sokak ve cadde isimlerinde Türkçe adlar gözümüze çarpıyor.  Hatta burada Türk nüfus 20-30 bin olsa da, 300-400 bin kişinin Türkçe konuştuğu söyleniyor. Özellikle Arnavutlar çok iyi Türkçe biliyormuş. Ayrıca, burada Türkçe konuşmak şehirliliğin, beyefendiliğin ve entelektüelliğin bir göstergesiymiş. Devletin resmi dili Arnavutça, Sırpça ve İngilizce. 1999 yılına kadar Türkçe de resmi diller arasındayken Birleşmiş Milletler idaresinde Türkçe resmi diller arasından çıkarılmış. Prizren Şehri içerisinden geçen Akdere (Bistriça) nehri, şehre ayrı bir güzellik katıyor.          Bütün manzaraya hakim olarak duran Sinan Paşa Camii şehrin sembolü haline gibi duruyor.  Sufi Sinan Paşa'nın Bosna valiliği sırasında şehir merkezinde, yol seviyesinden yüksekçe bir yere 1657 yılında yapılmış.  Barok süslemeleri ve başka hiçbir camide görmediğimiz manzara ve meyve resimleriyle dikkat çeken, tek kubbeli zarif bir cami... Sırplar tarafından civardaki bir kiliseye ait devşirme taşların çalınmış olduğu iddiasıyla 1939 yılında başlanan arkeolojik kazılar sırasında üç kubbeli son cemaat mahalli yakılmış. Blerim Karabacak Bey, bu taşların Osmanlı döneminde satın alındığını satış evrak ve kayıtlarının bulunduğunu belirtti.  Bütünüyle yıkılacağı endişesine kapılan Müslüman halkın galeyana gelerek camiin etrafına etten bir duvar örmesi üzerine durdurulan sözde arkeolojik kazının izleri, TİKA tarafından yaptırılan restorasyon çalışmaları tamamen silinmiş durumda. Akşam olunca yine köfte yiyoruz. Zaten burada içinde et bulunmayan yemeği yemekten saymıyorlarmış. Daha sonra İstanbul Derneği’nin bizim için ayarladığı konaklama yerine geçiyoruz. Fakat elektrik ve su kesintisi ile karşılaşıyoruz Savaştan yeni çıkan bir şehir olduğu için belediyecilik hizmetlerinde bu tarz aksamalar oluyormuş.

        Sabah erkenden Makedonya’nın en büyük üçüncü şehri Tetova nam-ı diğer Kalkandelen’e yol alıyoruz.  Tetova’da akan Pena Nehri yakınında yer alan önemli yapılardan biri olan Alaca Cami yine Osmanlı Mimarisini çok iyi temsil eden bir cami. Yapılış tarihi 1495 olarak tahmin ediliyor. Cami “Painted Mosque” (Boyalı Camii) olarak da biliyor. İnce işlemeli, cıvıl cıvıl görüntüsüyle ve ihtişamıyla dikkat çekiyor. Daha sonra Harabati Baba Tekkesine geçiyoruz.  Rivayete göre Ali Baba, devlet işlerini bırakıp dinî hayata geçmek isteğinde olmuştur. Büyük bir yönetici olduğu için, kendisinin bu kararına şaşıran Sultan Süleyman “Eğer sersem isen, git” diye cevap vermiş, bundan sonra Ali Baba, buraya gelmiştir. Kalkandelen’de lakabıyla tanınmaya başlayan Ali Baba, Sersem Ali Baba olarak anılmaya başlamıştır. Tekke kurumu, Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen ve bu deneyimli şahsiyetin veziri olan Harabati Baba’dan itibaren “Harabati Baba Tekkesi” olarak anılmaya başlamış ve günümüze bu şekilde gelmiştir.

      Ünlü şair Yahya Kemal’in memleketi başkent Üsküp’e yol alıyoruz. Mehmet Hançer adlı bir öğrenci kardeşimiz rehberlik etmek için bize katılıyor.  Şehir, Vardar Nehri’nin iki yakasında kurulmuş, nehrin sol yanında kalan bölümü: eski Üsküp, sağ yanında kalan kısmı ise: yeni Üsküp şehri olarak bilinmekte. Arada ise, şehirdeki en önemli Osmanlı dönemi eseri olan meşhur “Taş köprü” bulunuyor. Köprünün bir yanı: Avrupa, diğer yanı ise sanki Anadolu. Sanki bu köprü iki medeniyeti birbirine bağlıyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından Köprünün uzunluğu: 214 metre olduğu söyleniyor. Köprünün yapıldığı dönemde, köprüyü korumak için askerler nöbet tutuyorlarmış. Mihrap ise, günümüzde ortadan kaybolmuş. Hatta: mihrabın bulunduğu yerin hemen karşısına: Makedonlar tarafından, Köprünün üstünde 17. yüzyılda idam edilen Makedon lideri Karpoş’a ait bir taş yerleştirilmiş ve üzerine bir de tabela asılmış. Köprünün her iki tarafında çok sayıda heykel görüyoruz. Makedonya tarihini sembolize eden  heykellerin en önemlisi hiç kuşkusuz Büyük İskender Heykeli. Makedonya’da işsizlik yüksek olduğu için bu tip yatırımlarla Üsküp’ü turistik bir şehir konumuna getirmeyi amaçlıyorlarmış. Ama her ne hikmetse Osmanlı Döneminden kalan tarihi eserlere pek önem verilmediğini öğreniyoruz. Vardar Nehri’nin sol yanında Üsküp Kalesini görüyoruz.  Kalenin alt tarafında Yahudiler tarafından yapılan çok ihtişamlı bir sinagog görüyoruz.  Bu binanın 200 milyon dolara mal olduğu söyleniyor. Zaten Makedonya’da da 250- 300 civarı bir Yahudi nüfusu varmış. Mehmet kardeşimiz bizi şehri tepeden gören bir kafeye götürüyor. Şehir ayaklarımızın altında harika görünüyor. Tam bir Osmanlı şehri gibi fakat bu arada Makedonların, şehrin en yüksek noktasına 2000 yılında diktikleri dev bir haç’ı görüyoruz. Bu haçı, şehrin Hıristiyanlara ait olduğunu sembolize etmek için koymuşlar sanırım. Daha sonra akşam yemeği için Ensar Vakfına geçiyoruz.

     Günün yorgunluğu ile otobüsteki yerlerimizi alırken bu gezinin ruhuma gönderdiği mesajları algılamaya çalışıyorum. Önce akılma Sırp lider Slobodan Miloseviç’in  600 yıllık intikamla ilgili sözleri geliyor. Yani biz bıraksak onlar atalarının intikamını bırakmayacak. Yüzlerce yıl buralarda yaşayan atalarımızın bıraktığı kültür ve medeniyet mirasının hoyrat ellerde zayii olmasına mı yoksa farklı din ve ırkların barış, kardeşlik, huzur ortamının yerini çatışmaya bırakmasına mı hangisine daha çok üzülmeliyim bilemedim.

Yanmış, yakılmış koskoca medeniyet sarayının küllerinden, yeni bir ruhla kendimize ait geleceğin tuğlalarını yapmaya başlayabiliriz belki de.. Ne demişti Beyazid Bestami : Bütün arayanlar bulmadı ama bütün bulanlar arayanlar idi.”

 Mesut Kaymakçı

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.