Bugün işyerinde ya da toplumun herhangi bir köşesinde bir insana “Size adil davranılmasını ister misiniz?” diye sorsak, yanıt büyük ihtimalle güçlü bir “Evet.” olacaktır.
Adalet… İnsanın hem dünyadaki huzurunu hem de ahiretteki hesabını şekillendiren, toplumların geleceğini belirleyen temel bir değerdir. Bir kelime olmaktan çok, insan onurunun omurgasıdır.
Ne ironiktir ki, bizler adaletin kutsiyetinden söz ederken, aynı zamanda onu en çok tüketen, en çok aşındıran toplumların başında geliyoruz.
Yönetici de yönetilen de adalet ister, okumuş da cahil de adalet der, dindar da seküler de adalet vurgusu yapar.
İktidar adaleti sahiplenir, muhalefet adalet talep eder.
Asker ve polis için adalet vazgeçilmezdir; hatta kanunla yüzleşen terörist bile “adalet” e sığınır.
Görünen tablo budur ama gerçeklik daha acıdır.
Biz, herkes adına adalet isterken, kendi adımıza ayrıcalık talep eden bir topluma dönüştük. Kendi menfaatimize dokunmadığı sürece adil uygulamalara alkış tutar, çıkarımız tehdit edildiğinde ise adaleti bizzat biz delmeye çalışırız.
İşte bu yüzden:
Kavgalarımız hiç bitmiyor, huzurumuz yerleşmiyor, toplumsal güvenimiz her gün biraz daha eriyor.
Birbirine tuzak kuran, yanındakinin başarısından rahatsız olan, fırsat buldukça yakınındakine çelme takan bir toplum olmanın bedelini hep birlikte ödüyoruz.
Söylemde adalet yanlısıyız fakat davranışlarımızda çoğu zaman kayırmacılığın, çıkar kolaycılığının ve ben-merkezciliğin gölgesindeyiz.
Biz adalet isteriz, elbette.
Ama çoğunlukla kendimize değil… haşa!
Kendimiz söz konusu olduğunda adalet değil, ayrıcalık ararız.
Adalet başkaları için olsun; bize ise kapılar sessizce aralansın.
“Adalet sizin olsun…
Bize ayrıcalık lütfen.”