Maarif ile Müfredat - Prof. Dr. Necati CEMALOĞLU

Prof. Dr. Necati CEMALOĞLU yazdı...

Türkiye’de uzun bir dönemden beri, muhtemelen Osmanlı devletinin duraklama ve gerileme dönemine tekabül eden süreçte, aydın ile halk arasında bir mesafenin olduğu algısının başladığı, aydınların halktan kopuk yaşadığı, bilim insanlarının toplumu tanımadıkları, sırça saraylarından ahkâm kestikleri, yazarların İstanbul’dan çıkmadan köy romanı yazdıkları iddia edilir. Bu görüşlerin bir kısmı tamamen doğru olmasına rağmen bir kısmı da uydurma ve ön yargı içermektedir. Türkiye’de bir aydın ve halk çatışması olduğu gerçek olmasına rağmen, halk ile aydın bir ringe çıkıp hiçbir zaman hesaplaşmamıştır. Aydınlar gettolarına çekilmiş, halkı çok önemsememiştir. Aydınların yaşam tercihleri ile halkın yaşam tercihi birbirinden farklı olsa da, halk sayısal üstünlüğe sahip olduğu için, halkın seçtiği siyasilere, aydınlar tahammül etmek zorunda kalmıştır. Halk, aydınları milli ve yerli olmamakla, aydınlarda halkı bilgisiz, cahil ve vizyonsuz olmakla suçlamışlardır.

Aydın ve halk arasındaki kültürel farklılık ve çatışmanın özünü Ziya Gökalp 1916 yılında yaptığı konuşmasında şöyle ifade etmektedir (Akyüz, 2009, ss. 309-310):

Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran bir özellik var. Başka milletlerde en seciyeli (karakterli, kişilik sahibi) ve ahlaklı kimseler tahsilde en ziyade ileri gitmiş fertler arasından çıktığı halde, bizde çoğu kez bunun zıttı oluyor. Türkiye’de vatan için en muzır (zararlı) adamlar medrese yahut mektepten nasip alanlardır. Meşrutiyetin ilanından beri görülen birçok olaylar, bu çelişkili gerçeği doğruluyor. Türkiye’de medrese ve mektep, terbiye ettiği fertlerin ahlak ve seciyesini bozuyor. Bizi diğer milletlerden ayıran bu özelliğin sebebi nedir? Bence bunun tek bir sebebi var: Diğer milletlerin eğitimi milli bir nitelikte olduğu halde, bizim eğitimimizin kozmopolit bir halde bulunmasıdır. Eğitimimizin kozmopolit bir halde olduğunu anlamak için derin tetkiklere lüzum yoktur. İstanbul’daki kitapçı dükkânlarıyla ders okutulan yerlere tasnif edici bir gözle bakmak kâfidir. İstanbul’da üç tür kitapçı vardır: Sahaflar, Beyoğlu, Bâbıâli caddesi kitapçıları. Sahaflardaki maarif (kültür ve eğitim) Arap ve Acem’e, Beyoğlu’ndaki maarif Avrupa’ya aittir. Bâbıâli caddesindeki Tanzimat maarifi ise bu evvelkilerin perişan tercümelerinden ve acemice taklitlerinden oluşmuştur. Milli maarifimizin ne kitapları, ne kitapçıları henüz doğmamıştır. Ders okutulan yerler de kitapçılara benzer şekilde üçtür: Medreseler, yabancı mektepleri, Tanzimat mektepleri. Sahafların kitapları medreselerde, Beyoğlu’nun kitapları yabancı mekteplerinde, Bâbıâli caddesinin kitapları Tanzimat mekteplerinde okutulur. Ders okutulan bu üç yerin birbirinden farkları o kadar açıktır ki, herhangi bir Türk ile on dakika görüşmemiz onun hangisinden yetiştiğini anlamamıza yeter. Aralarında bu derin farklarla beraber bu üç ders yeri ortak bir özellik taşır: Oralarda yetişen softa, levanten, Tanzimatçıların üçünde de karakter göremezsiniz. Memleketimizin en büyük hastalığı budur.

Ziya Gökalp olaylara biraz duygusal, biraz milliyetçi refleks, biraz da sadece gözlemlerine dayanan bir anlayışla yaklaşmıştır. Ziya Gökalp’in olaylara bakış açısı eleştirilebilir ancak, tespitlerinde haklılık payı vardır. Türk aydınının beslendiği kaynak maalesef hiç değişmemiştir. Farklılık zenginlik olarak ele alınsa da, milli bakış açısı oluşmadığı sürece topluma katkısı sınırlı kalacaktır.

Biz eğitim sisteminde neden uzlaşma sağlayıp, nitelikli insan tipi yetiştirmede başarısız oluyoruz? Aydın, halk çatışması neden oluyor? Bu konunun özünde bazı bilim insanlarına göre maarif ve müfredat geliyor. Avrupa toplumlarında müfredat önce, bizde ise maarif önce gelmektedir. Konu ile ilgili olarak Dellaloğlu (2020, ss. 311-312) şu görüşleri ileri sürmektedir: Batıda müfredat, ulus devletten öncedir. Batı Rönesans’tan itibaren kültürel kamusal alan, müfredatı oluşturmuştu. Dolayısıyla Avrupa ulus devletleri, yurttaş prototiplerini işte bu kamusal alandan devşirmiş ve zorunlu eğitimle toplumsal hale getirmiştir. Türkiye gibi modernleşme sürecindeki toplumlarda, maarif sistemi kurulacağı zaman, kurucuların elinde kamusallaşmış bir müfredat yoktu. Müfredat olmadığı için önce maarif sistemi kurulmuş daha sonra da toplumun antropolojik yapısına yabancı olan müfredat teşekkül edilmişti. Bu durum maarif ile antropolojik kültür arasında bağ kurulamadığı için protez bir bağ oluştu. Bu duruma göre maarif ile antropolojik kültür arasındaki mesafe zamanla daha da fazlalaştı. Hatta bu mesafe cumhuriyetten önce oluşan Türkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık gibi akımların partileşme sürecine intikal etmiş, siyasi arenada çatışma nedeni olmuştur. İslamcılar, muhafazakârlar ısrarla antropolojik kültürü savunurken, laikler, solcular ve Batıcılar ısrarla maarifi savunmuşlardır. İktidar erkini ele geçirenler, maarifi kendi tercihleri doğrultusunda etkileyip müfredat üzerinde değişiklik yapmışlardır. Bu yüzden de iktidarlara göre değişen bir müfredat ortaya çıkmıştır.

Bir toplum güçlü müfredatını nasıl oluşturabilir? Bu konuda öncelikle dil, tarih, kültür, toprak birliği ve bütünlüğünün sağlanmış olması gerekir. Genellikle bu durumda toplumsal uzlaşma da sağlanır. Bunu ortaya çıkaran en önemli faktörlerden birisi kültürel birliktelik, o topluma ait olmuş klasik eserlerdir. Bu eserler zamanla Kanon’u oluştururlar. Kanon ile toplumlar öz imgelerini, hatırlama kültürünü teşekkül ederler. Kanon hem ortak dili hem de ortak anlayışı, algılama biçimini ifade eder. Bu yüzden müfredatı Kanon oluşturur, Kanonu da müfredat oluşturur. Harold Bloom’a (2008) göre, Shakespeare Batı Kanonu’nun kurucusudur. Shakespeare sonrası her şair Shakespeare ile bir mücadele içinde kendisini inşa eder. Batı 26 kişiyi Kanon olarak kabul etmiştir ve bunları takip eder. Kanon’lar olmasa, Batı’nın düşünce tarzı da oluşmazdı (akt. Dellaloğlu, 2020, ss. 88-89). İngilizlere Hindistanı mı verirsiniz Shakespeare’yi mi? diye sormuşlar. İngilizler: “Hindistan’ı veririz. Shakespeare elimizden giderse biz yok oluruz, cevabını vermişlerdir. Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde bir Kanon vardır. Bu Kanon’lar, müfredata temel oluştururlar. Türkiye’de Kanon var mıdır? Nutuk ya da Kur’anı Kerim Kanon mudur? Bir eserin Kanon olması için herkes tarafından okunup kuşaktan kuşağa aktarılması gerekir. İnandığı halde Kur’anı Kerim’i okumayan, cumhuriyeti savunduğu halde Nutuk okumayan binlerce kişi vardır. Kanon, ortak uzlaşma ile okunan ve hisse çıkarılan, yaşam tarzını belirlemede etkili olan durumlardır. Tanpınar’ın dediği gibi: Türk toplumunun beş kuşaktan beri okuduğu kitapları var mıdır?

Müfredat, topluma rağmen oluştuğunda, sadece diploma almak için okula giden bir popülasyon yaratılır. Okuldan aldığı eğitime dayalı eylemde bulunmayan, öğrendiklerini ders geçmek için öğrenen, yaşam kalitesini artırmayan bir nesil yetişir. Bir ara, okula gelmeyen, okumayan, evde gelin olmayı bekleyen genç kızların yaşam ve siyasi tercihleri ile okula gelen, öğrenim görenlerin yaşam ve siyasi tercihlerinin birbirinin zıddı olduğu ileri sürülmüştü. Bu durum çok normaldir. Maarifle dışlanan, müfredatta kendisini bulamayan kişiler, siyasi erki ellerine geçirdiklerinde müfredata rağmen kendi zihinsel şemalarını harekete geçirip kendi istedikleri insan tipini yetiştirmeye çalışırlar.

Sonuç olarak önce müfredat sonra maarif gelir. Önce kuluçkaya yatmak sonra civcivin çıkmasını beklemek gerekir. Bugünden itibaren müfredatı oluşturmaya kalkışsanız sanırım bir 100 yıla ihtiyaç vardır. Önce Rönesans gibi bir aydınlanma dönemine oluşturmanız gerekir. Toplum kentlileşir ve kent kültürüne uygun müfredat oluşur. Toplumda hoşgörü ve birlikte yaşama kültürü, uzlaşma kültürü tesis edilir. Akabinde Kanon’lar devreye girer. Kuşaktan kuşağa aktarılan bilgi ve estetik kazanımlar güçlü bir müfredatı besler. Bu güçlü müfredatı maarif sistemine aktaracak küçük dokunuşlar yeterlidir. Türkiye’de bireyler gazeteleri, kitapları siyasi tercihlerine göre okur. Orhan Pamuk’u okuyan kaç sağ görüşlü, Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini bilen kaç sol görüşlü vardır? Kültürel açısından ayrışmış ve çatışma kültürü ile desteklenen toplumlarda Kanon yaratmak oldukça zordur. Almanya’da Goethe, Fransa’da Russo, Durkheim Kanon’dur. Mesnevi Avrupa’da ve Amerika’da Kanon olmasına rağmen, Türkiye’de Mevlana’nın bu eserini hiç duymayan kişiler vardır. İktidara gelen siyasi partiler müfredatı hazırlarken, çatışma kültürünü destekleyecek, kültürel antropoloji ile beslenen ve dünyayı doğru okuyup anlayan bir yapılanmayı topluma kazandırmadan hazırlaması, gelecek günler için yeni bir çatışma alanının habercisi olacaktır. Eğitim ve kültürü “Ben yaptım oldu.” algısından uzak tutmak gerekir. Yavaş ve tedrici çalışan, gönül birlikteliği ve uzlaştırma gerektiren bir durumdur. Aksi olsaydı, SSCB’de ve Çin’de herkesin komünist, İran’da yaşayan herkesin şeriatçı olması gerekirdi.

Prof. Dr. Necati CEMALOĞLU

Kaynakça

Y. (2009). Türk eğitim tarihi. Ankara: Pegem Akademi.

Dellaoğlu, B. (2020). Poetik ve politik. İstanbul: Timaş.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

EĞİTİM Haberleri